Mustafa Saatcı / Mavi Köşe

VEFA ve SIZ (I)

Mustafa Saatcı / Mavi Köşe

  • 902


Fethi Bey’in Vefa ve Defa adında iki oğlu vardı. Vefa, aynı adı gibi vefalı, kadir kıymet bilen, minnet duygusu olan bir çocuktu. Defa, tam tersine, minneti hiç tanımaz, kıymet bilmez, takdir etmez ve hoşgörüyü tanımaz bir karaktere sahipti. Fethi Bey, ona bu yüzden şaka yollu olarak “Vefasız” derdi. Hatta oğullarından ‘’Vefa ve Vefasız’’ diye bahsederdi. Gel zaman git zaman, çocukların adı ‘’Vefa ve Sız’’ olarak söylenir oldu aile içinde.
İşte o Vefa bir sabah uyandı. Evinin denize bakan balkonuna çıktı. Mavi gökle mavi denizin arasından geçip, yeşil çam ormanından süzülüp gelen mis gibi havayla ciğerlerini doldurdu. Güneş, Çal Dağı’na selam verircesine daha yeni kaldırmıştı başını Akdağların zirvesinden ve gücüle başlamıştı mesaisine. Hep en özel ışıklarını gönderirdi bu şehre. Belki de o yüzden “Işıklar Şehri” diye anılırdı; Vefa’nın şehri.
Yüzünü bol suyla yıkadı. Şükretti. Şehrinin su ihtiyacı çoktan çözülmüş, bütün alt yapı değişmişti. Eskiden kullanılmış olan boruları sergilendikleri yerde görünce “Biz yıllarca bunlardan mı su içtik?” demekten alamamıştı kendini. Kanalizasyona da çözüm üretilmiş; bütün şehrin atık suyu toplanmış ve arıtılarak denize verilmişti. Hem de arıtılan suda balık yetiştiğini gözleriyle görmüştü. Yani arıtılan su, balıkların yaşayabileceği kadar temizdi. Yurt içinde ve yurt dışında örnek gösteriliyor, çevre ödülleri alıyordu bu tesis; uzun yıllar da böyle devam etti. “İdarecinin delisi altyapıya yatırım yapar.” diyen bir Hizmetkâr’ı vardı şehrin. Onun öncülüğünde yapılmıştı bütün bu hizmetler. 
Evde fazla oyalanmadan dışarı çıkmak istiyordu. Bugün kendi şehrinin turisti olacaktı Vefa; arada sırada yapardı bunu ve çok zevk alırdı. Atladı bisikletine, bastı pedala. Masmavi deniz dikkatini çekti ilk önce. Papatya tarlası gibiydi sanki; yelkenciler, cıvıl cıvıl sabah antrenmanı yapıyorlardı. Kürekçiler, daha erken çıkıp bitirilmişlerdi antrenmanlarını; dönüyorlardı artık. Şehir, yelkende marka olurken kürekte de ününü uluslararası düzeyde duyurmuş, ülke içinde de Fenerbahçe ve Galatasaray gibi devlerle yarışıyordu. Onlarca sporcu yetiştirmişlerdi Millî takıma. Millî olan çocuğun hayatı, apayrı bir anlam kazanıyordu. Memleket çocuklarının hayatlarına dokunacak projeler üretmenin kıymetini, bir kez daha idrak etti.  ‘’Ne güzel bir imkân sağlanmış çocuklara ve gençlere.’’ diye düşündü ve iç geçirdi: “Ah! Keşke bizim zamanımızda da olsaydı bunlar.” demekten alamadı kendini.
Nedense “Pazarda bal var gelinim” türküsü takılıverdi diline. Bu türküyü mırıldana mırıldana ilerlerken, cuma namazlarını kıldığı Karagözler Camisi’nin nasıl da ormanla bütünleştiğini fark etti birden. Dokuz dilimli çatının, çevreyle bu kadar uyum içinde olduğunu ilk kez gözlemliyordu. Kitabesine göz attı caminin. Yine Hizmetkâr’ın öncülüğünde, Fethiye halkı tarafından inşa edildiği yazıyordu. 
Camiden aşağı tarafa doğru baktığında, kıyıya inci tanesi gibi kondurulmuş tesisi detaylıca inceledi. Eskinin meşhur Likya Oteli’ydi burası. Geçmişte, Fethiye denilince akla gelen en önemli turizm tesisiydi. Tabii ki Çim Moteli, Motel 256yı ve Rafet Restoran’ı da unutmamak lazımdı. Belediyenin malıydı Likya. Uzun yıllar ihaleye çıkarılmadığından, harabeye dönüşmüştü bir aralar. Böyle bir mekânın, yıkılmaya yüz tutmuş hâli Fethiye’miz için zulümdü. 
Vefa’nın o günlere ait en güzel anısı, Likya’nın iskelesinden çarpma ile tuttuğu kefallerdi. “Fethiye’me yakışmıyor!’’ diye yıkılan belediye binasının yeniden inşası sırasında, belli bir süre belediyeyi de barındırmıştı Likya’nın yorgun yapısı. Sonra ise ihaleye çıkılmış, gerçek anlamda bir marina ve bu çok değerli eser kazandırılmıştı şehre. Hatta ‘’Fethiye’nin Çırağan Sarayı’’ deniyordu. Tabii ismi de değişmişti Likya’nın; fakat değişmeyen bir şey vardı: Bu mucizevi değişimin altına atılan imzanın sahibi, yine Hizmetkâr’dı.
Gümrük binasından aşağı doğru bisikletiyle sallandı; pedal çevirmiyordu. Bisiklet önce bi’ hızlandı; sonra salına salına devam etti. Kaldırımdan gidiyordu; çünkü bisiklet yolu, henüz buraya kadar ulaşmamıştı. Kaldırımdaki her bir yayanın yanından geçerken rahatsızlık vermemek için özen gösteriyor ve içten bir “Günaydın!” ile selamlıyordu onları. Karşı kaldırımda Hasan Abi’yi gördü, yine Boncuklu’da sabah erkenden yüzmüş gelmiş, arabasını park ediyordu. Ona da candan bir günaydın gönderdi, tabii ki samimiyet dolu karşılığını hemen aldı. Daha pedala basmadığı halde, bisiklet indiği düzlükte de belli bir hızda ilerliyordu. Sol tarafına doğru yöneldi. “Birileri” sanki, Fethiyeliler denizi görmesin diye, boydan boya yüksek levhalarla örtmüşlerdi sahili. Hiç anlam veremedi bu tuhaf duruma.
Artık meşhur kordona giriş yapmak üzereydi. İskeleyi görünce birdenbire hüzünlendi. “Nerede o Fethiyelilerle kucaklaştığın günler? Nerede hep birlikte karşılayıp uğurladığımız vapurlar?” diye duygulandı. İskele bir semboldü Fethiye için. Bunu anlamayan, iskelenin eski günlerine kavuşması için mücadele vermeyen bir adamın asla gerçek bir Fethiyeli olamayacağını düşündü ve çeviriverdi başını diğer tarafa. 
Diğer tarafta Fethiye Evi… Eskinin harabeye dönmüş Sahil Sıhhiye binası, bir avuç gönüllünün elinde harikalar yaratmıştı. Hanımefendiler, evlerinde yaptıkları yiyecekleri burada satıp aile bütçesine katkıda bulunuyorlardı. Bu satışlardan kuruş kuruş toplanan paralar; bir engellinin yüzünü güldürüyor, bir öğrenciye harçlık oluyor, bir yoksula umut aşılıyordu. Perşembeleri bir buluşma noktası olmuştu Fethiye Evi. Vefa da Fethiye’de olduğu zamanlar hiç sektirmezdi bu lezzet imecesini. Menfaat beklemeden halka yapılan hizmetin sembolleşmiş haliydi Fethiye Evi. 
İskele ve Fethiye Evi’nden sonra hüzünlendi nedense. Gözlerindeki nemi, damlaya dönüşmeden sağ elinin tersi ile kuruladı. Derin bir nefes aldı. İçeni Fethiyeli yapan, Paspatur’dan gelen suyun denizle birleştiği yerdeki kaplumbağayı izledi bir müddet. Ağlarını temizleyen balıkçıların başlarının üstünde çığlık çığlığa dönen martılar, kendilerine atılan balıkları daha denize düşmeden yakalıyorlardı.  Bulunduğu bölge, belki de Fethiye’nin en meşhur muhitiydi. Fethiye’de her çekilen film buradan mutlaka bir görüntü paylaşırdı. Fethiyeli meşhur kameraman Ali Uğur’un çektiği “Denizin Kanı” isimli dizi filmin içinde geçen görüntülerin çoğunluğu bu bölgeye aitti. Bölgenin en önemli aksesuarı da kıyı boyunca yerde yatan balık ağlarıydı. “Bu balık ağları buradan hiç kalkmasın.” diye dua etti.
Devam edecek…

Yazarın Diğer Yazıları