Hande B. Sarıca

Bir Sabaha Karşı Yasamak Molası

Hande B. Sarıca

  • 5073

Sessiz ve sakin.. Denizi ürkütmeden, köpeği korkutmadan ve adamı yormadan...

Kanatlı atların memleketinde ıssız bir gündoğumundayım, yine O’nu arıyorum gördükçe yetinemiyorum ve anlayamadıkça küçülüyorum. Ruhumun nefesimle oynaşması sonucu yansımalar meydana geliyor sabah sessizliğinde. Geçmişe değil ama ona duyduğum özlemle bilinmez bir yarına gidiyorum başka şansım varmış gibi. Bugüne en uzak gün dün ve ben yılları sindirmeye çalışırken bocalıyorum. Bir kış kasabasından sahile göçen yorgun kırlangıçlar gibi sadece mola vermek istiyorum; içimdeki melankoliye ve huysuz yorgunluğa. Özgürlük iki pedalımın üstünde ve ben soluk soluğa yarı saydam ölüme teker döndürüyorum, yaşamın bütün kalabalığından sıyrılarak ve usulca O’na koşuyorum yarı korkak yarı teslimiyet halinde... Ilık bir gündoğumu anında koca bir ömrü özet geçtim dağlara, bildiğim dünya ve yeni dünya arasındaki yolculukta romantik bir salda giderken. Kalın reçinesi akmış ağaçlara sarılırken onlardan gelen sözleri duyuyorum sabahın ışığında, ve anlıyorum yolun bir yerinde olmak yeterli ve güzel aslında; rüzgarın kucağına oturduğumda ve fısıltıyla varoluşu kavramaya hazırlandığımda ani bir kanat çırpışı geçiyor yanımdan, karga ve yaşama karşı net duruşu... Bir kuşun rüzgarla dansından duyduklarım o sabah: bir yol var içerisi loş, girdikçe ürkekçe ve huzurla yürünen, bir yol ki yaşamlar boyunca aramışım. Bir karga söyledi sabah gün güneşi taşırken göğe; onca işinin arasında doğa bana baktı ve beni duydu. Tam burada bildiğim bütün kavramlar ve isimleden sıyrılıp yeniden başladım yaşamaya. Bir yol macerası demek isterdim ama hikayenin tamamı yoldan ibaret.
İnsan çantasındaki ağırlıkları bıraktıkça yolculuğu anlamaya başlıyor, yanlış anlamışız biz; gidilen her yerden bir şey alınır gibi algılamışız bütün yolculuğu oysa tam tersi gidilen her yerde kendinden bir şey bırakıp devam edersin yola, mesele yükleri azaltarak yürümekte sakince, yanına muhtemel lazım olası herşeyi alınca yolculuktaki bütün süprizlerin önünü tıkıyor insan, yol senin ayağınla şekillenmeli masa başında değil. Çünkü yolculuk hergün ölümü yendiğimiz küçük anlardan ibaret ta ki bir gün yenemeyene kadar.. İlk nefesi aldığımızda geri dönüşü olmadı, ilk gün doğduğuna pişman olmadı ve ilk ağaç yaprak döktüğünde üzülmedi. Doğarken ağlamasaydı insan o şarkıları yazamazdı, renklerle acısını beyaza akıtamazdı ve notasıyla aşkını paylaşamazdı. Paylaşmak; bu bireysel yüzyılda ne değerli bir taş unuttuğumuz.. Ya Tanrı bütün o güzellikleri bizimle paylaşmasaydı? Ya bir muz ağacının yanından geçerken onu farkedemeden gitseydik? Ya sokakta ağlayan çocuğa kayıtsız kalsaydık? Ya hiç sevişmeseydik veya çıplak yüzmeseydik? Ya hergün gördüğümüz ve kanıksadığımız bu güzelliği hiç farkedemeseydik? Neye dönüşürdük? Evin yolunu bulabilir miydik?
Şimdi anladım yorgunum demek aslında ne büyük lüks yaşamın içinden sindirilmiş acılarıyla geçenlere özgü; en sonunda kimse zaferlere bakmayacak fakat bütün bir ömürde kenarda bekleyenler en büyük düşüşü yaşayacaklar eve gidişte. Bu bir savaş değil ama olsaydı en büyük acıları olanlar kazanırdı. Acıyı yüceltmek değil aksine büyük acıları sinidirenler artık onları acı olarak görmeyenler; ‘fakat acı hala aynı acı ona bakışın değişti hepsi o’ diyen Buda boşuna yürümedi o yolu. Ve bütün üstadlar, ve cümleleri cebinde sıkışmış erkenden ölenler şimdi hepsi büyük sema sahnesinde yanyana bu yaşamda olamadıkları birliğe dokunmak için, sadece ölenlere özgü sessiz ve saydam bir heyecanla... 
Ya bütün hikayeyi yanlış anladıysak? O zaman düşen değil hala dalında asılı olan yeşil yapraklara üzülmemiz, yaşanıp biten değil hala karşılaşmadığımız aşklara özlem duymamız ve kaybettiğimiz değil doğmamış çocuklarımıza ağlamamız gerekirdi. Geçenle gelecek olan arasında sıkışmaktan kurtulup zamansızlıktaki sonsuzluğa duyarlılaşmamız gerekirdi, o zaman tarihteti bütün domino etkisini tersine döndürmüş olurduk; buradaki hassas nokta yaşamın kontrolünü alırdık değil aksine bütün tuttuğumuzu sandığımız iplerimizi bırakırdık; rüzgarın kucağına oturan paraşüt kelebekleri gibi bizde yaşamın kucağına otururduk. O zaman sevgiyi onurlandırmak için saçma düğünlere ve ölüyü unutmayacağımıza yemin etmek için cenazelerde yemek yenilmesine gerek olmazdı, o zaman bir karıncayı incitmekten çekinip koca bir koyunu kesmezdik ‘ilahi komuta’ adı altında çünkü o zaman bir karınca ve bir koyunun aslında aynı şeyler olduğunu biliyor olurduk. Eğer hikayeyi doğru okusaydık şimdi hiçbir şey yapmamıza gerek olmazdı sadece varolurduk. Olduğumuz gibi ve yeterli olurdu. O kadar çok şeye gömüldük ki nefesi ve nefsi unuttuk; nefesi soluk soluğa kaldığımızda anımsadık ve nefsi ancak bir bedel ödediğimizde hatırladık. Bir türlü yeterli olamadık yetemedik...
Bir karga kanatlarını açıp uçarken hiç düşünmedi; yeterli miyim diye o sadece uçtu uçtukça daha şeffaf varoluşu yaşadı, bir karga kadar yaşadık mı? Uzun bir gündoğumunda yaşama bir mola isterken kanatlı bir at geçse solumdan bunu yadırgar mıyım yoksa kendi varoluşumdaki renkli bir an olduğunu farkeder miyim? Beni bunun gerçek olmadığına kim inandırabilir? Ben kargaya müdahele etsem onun uçmasını ve yönünü değiştirmeye yeter mi kelimelerimin gücü onun içindeki doğal varolma haline karşı? Ve buna cüret eder miyim?...
 

Yazarın Diğer Yazıları