Prof.Dr.Ercan BALDEMİR

KUŞAK ÇATIŞMASI

Prof.Dr.Ercan BALDEMİR

  • 801

En iyi öğretmen hayattır. En iyi öğrenme yöntemi de yaşayarak öğrenmek. Ve aslında bizi biz eden yaşadıklarımız, hayattan aldığımız tecrübeler. Bunun yaş sınırı da yok. Her gün bir şeyler öğreniyoruz. Çektiğimiz acılar, sıkıntılar sabrı öğretiyor. Yine mutluluğun ne olduğunu yaşayarak öğreniyoruz. Sevgiyi, aşkı, nefreti de. Onsuz yaşayamayacağımızı düşündüğümüz şeylere, zaman geliyor ki nefretle bakar oluyoruz. Çocukken bizi mutlu eden bir sürü neden zamanla sıradanlaşıyor, basitleşiyor. Onların yerlerini başkaları alıyor. Karmaşıklaşıyor. Bocalıyoruz. Çok güldüğümüz şeylere gün geliyor ağlar oluyoruz. Değişiyoruz. Her zerremizle değişiyoruz. 
Öyle zaman oluyor ki, değişimlere ayak uyduramaz oluyoruz. Üzüntülerle sevinçler bir birine karışıyor. Gülelim mi ağlayalım mı bilemiyoruz. Ama hep öğreniyoruz. Hayata tutunmayı öğreniyoruz. Ayakta kalabilmeyi. Ağlamanın aslında bir çözüm olmadığını öğreniyoruz. Gülmenin ya da mutluluğun ne kadar kısa olduğunu. Paylaşamadığımız acılarda ya da mutluluklarda, aslında ne kadar yalnız olduğumuzu öğreniyoruz. 
Ama güçlü durmaya, hiç olmazsa güçlü görünmeye çalışıyoruz. 
Sorumluluklarımız var. Onlara mutluluk borcumuzun olduğu anne babalarımız var. Onların acılarından onlardan daha çok acı çektiğimiz, mutluluklarında onlardan daha fazla mutlu olduğumuz çocuklarımız var. Ayaklarına taş değmesin istediğimiz. Güneş onu yakmasın diye güneşe siper olduğumuz. Soğuk onları üşütmesin diye, meydan okurcasına üstümüzdeki elbiseleri çıkartıp üstlerine örttüğümüz çocuklarımız. Yağmur ıslatmasın diye şemsiye olduğumuz, fırtınada arkamıza sakladığımız çocuklarımız. Onlar yaşasınlar diye ölümü göze aldığımız yavrularımız var.
Elbette kızgınlıklarımız da var. Yaşadıklarımız, tecrübelerimiz var. Aynısını yaşasınlar istemiyoruz onların da. Ama ille de yaşayarak öğreneceğiz diyorlarsa, hiç bir şey gelmiyor elimizden. İçimize atıp susuyoruz ancak. Sitem ediyoruz sadece. Bekliyoruz ki görsünler. İstiyoruz ki acı çekmesinler. Olmuyor ama. Görmüyorlar. Toz pembe dünyalarında zannediyorlar ki, her şey hayal ettikleri gibi oluyor. 
Ama maalesef olmuyor işte. Gerçek dünyada hayale yer yok.
Çünkü senin hayallerin hep başkalarının hayalleri ile çelişiyor, çarpışma çıkıyor. 
Tüm savaşlarda savaşa giren herkes kaybeder. Biz de kaybediyoruz. Kaybede kaybede öğreniyoruz. Ama her kaybettiğimiz sırtımızda bir yük bırakıyor. Bir de bakıyoruz ki, kambur olmuşuz. 
Çocuklarımız bu yükleri çekmesin istiyoruz. Ama olmuyor, anlatamıyoruz. Kuşaklar çarpışıyor. Biz geri kafalı ya da cahil kalıyoruz. Cehalet izafi sanki. Rütbeyle, titirle olmuyor. Kişiye göre değişiyor. Ya da doğrular değişiyor. Zaman eğrileri doğru, doğruları eğri yapıyor. Bizse yetişemiyoruz. Doğrularımızın eğildiğinin, eğrilerimizin doğrulduğunun farkına varamıyoruz. Anlayamıyoruz. En acısı da anlatamıyoruz. Yine susmaktan başka bir şey gelmiyor elimizden, yine içimize atıyoruz. 
İşte o içimize attıklarımız da bir gün büyük bir yara olarak çıkıyor karşımıza. Çaresi olmayan bir hastalık. Yapacak bir şey var mı? Yok maalesef. Her nefis ölümü tadacak. Ölüm için ise bir neden lazım elbette.
Peki gerçekte nasıl bir hayat var?
Kimin penceresinden baktığımıza bağlı. Hangi pencereden bakalım? Anne babanın penceresinden mi yoksa çocuklarımızın penceresinden mi? 
Ama manzara o kadar farklı ki: 
Birisinde pırıl pırıl bir hava, ağaçlar yemyeşil, çiçekler açmış, güller bütün güzel renklerini sermiş ortaya. Bülbüller onlara nameler söylüyor. Şırıl şırıl sular akıyor. El ele tutuşmuş oynayan çocuklar, bir birlerine sarılan sevgililer, şarkılar söyleyip oyun oynayan gençler, gülüp şakalaşan amcalar, teyzeler. Ak sakallı, sevimli dedeler, neşeli, sempatik nineler. 
Rengarenk bir dünya.
Diğerinde ise, ortada kalmış öksüz yetim çocuklar, gelecekten ümidi kalmamış, hayattan hiç bir beklentisi olmayan gençler. Birbirleriyle sokak ortasında kavga ederek giden genç karı kocalar. Selam vermeye mecali kalmamış, başı önde, sırtı kambur amcalar, teyzeler. Saçı sakalı birbirine karışmış, yüzlerini dahi seçemediğimiz dedeler, çektikleri acıların ellerine yüzlerine vurduğu her yeri buruş buruş olmuş neneler.
İşte bir pencere hayal penceresi, diğeri hayat.
Çocuklarımız birinden bakacak biz öbüründen.
Ama o pencereler hiç boş kalmayacak. 
Biz bir gün bakmayı kestiğimizde çocuklarımız bizim penceremizin önüne gelmiş olacaklar. O penceredeki manzaranın ne kadar farklı olduğunu da o zaman görecekler.
Yaşam ise hiç bir şey olmamış gibi akıp gidecek işte böyle. Yeni doğmuş bebekler tüm olan bitenden habersiz gülücükler saçacak her yere. Çabucak bitecek de olsa, unutuvereceğiz her şeyi, huzurlu bir gülümseme olacak dudaklarımızda belli belirsiz.
Bir de aşk penceresi var. Orada manzara sabit, hiç değişmiyor. Aşk bittiğinde anlaşılıyor ki orada gerçek manzara yok. Sadece usta bir ressamın elinden çıkmış tablo var. Arkası gerçek dünya.
 

Yazarın Diğer Yazıları