Afi Can

BALIĞIN ARZUSU - Kısa Öykü

Afi Can

  • 754

Kendisinde çağını aşmayı arzulayan insanlık, çağından bağımsız olmayı beceremiyor.

Metropolün ortasında karakolun tam karşısında polis aracında tecavüze uğramış bir kadına dünyanın güvenli bir yer olduğunu anlatabilecek bir kimse olduğunu sanmıyorum. Varoşlarda ve taşralarda hayata tutunmaya çalışan kimselerin çocukları ayan beyan ortada olan bu aldatmacalı gerçeğin farkında olarak büyürler. Eşit değilsindir, güvende değilsindir ve kolaylıkla harcanabilirsin. Büyümüş olduğum mahalle, yaptığım bu tanıma uyan bir yer.

Çamlıca mahallesi, taşradan yeni gelmiş bir ya da iki nesildir kent yaşamına alışmaya çalışan kimselerin bir araya geldiği varoş bir muhitti. Geliri ev almaya yetmeyen kimselerin gecekondu mantığıyla, kendi imkanları dahilinde, en yakın okul ve camiyi kendilerine kerteriz olarak, rastgele yerleştikleri bir bataklıktı. Bataklıktı derken kelimenin en geniş anlamında bataklıktı. Yol yoktu, sokak isimleri yoktu. Az sayıda düzensizce yapılmış binaların olduğu geniş, çamurluk bir araziydi.

Gündüzleri modern addedilen devlet okullarına akşamları da kuran kursuna gidiyorduk. Küçük çocuklar olarak kafalarımız karışmıştı. İki yerde de öğretilen şeyler nerede ise birbirine taban tabana zıttı. Batı kültürü ile Arap kültürü arasında sıkışmış kalmıştık. 

Devlet okullarında yetişen çocukların çok azı yüksek ücretli işlerde mevki makam sahibi olacaktı. Bir çoğu zenginlerin ve devletin işini görmek üzere memur ve işçi olarak yetiştiriliyordu. Kalifiye eleman maiyetinde. Ülkenin az sayıda bulunan köklü üniversiteleri, iktidar tarafından dini gölgelediği düşülmüş olacak ki içlerini boşaltarak işçi bulma kurumuna çevrilmişlerdi. Bunda, “üniversiteye git, altın bir bileziğin olsun” öğüdü veren ailelerinde payı büyüktü. Ülkede üniversite okumayan kimse neredeyse yoktu. Lakin eğitim kalitesinin yerlerde sürünüyor olmasından dolayı işine hakim pek kimsede yoktu. Zaten çoğu iş de bulamıyordu. Tüm dünyayı kandırmayı başarmıştık. Okuma yazma oranı yüksek bir ülke olmuştuk. Böylece çağdaş ve medeni olacağımızı zannederek kendimizi de kandırdık. Sonuç olarak okuduğunu anlayamayan anlasa da kapsamlı olarak değerlendiremeyen sabit ve tek fikirli bireyler yetiştirdik. Geleceğimizi de onlara emanet ettik. O gün için ülke nüfusunun yüzde yirmisi olan gençlerin ileride nüfusun yüzde yüzü olacağını idrak edemedik. 

Bende dahil bu çocukların bir çoğu yukarıda dediğimiz gibi işsiz kaldı. Aramızda şanslı olanlar ve parasal bakımdan refaha erişenler ise ne yapacaklarını bilemediler. Çünkü ülkede örnek olabilecekleri aristokrat sınıf yetişmemişti.  Kapital dünya da masaya oturma şansı bulanlarda benzer bir talihsizlik içindeydi. Örnek alabilecekleri burjuva sınıfı henüz gelişmemişti. Türk burjuvası diyebileceğimiz bir iki aile ancak vardı. Koçlar, Sabancılar gibi, lakin onlarda daha acemiydi. İki nesildir burjuvaydılar. Ancak taklit edebilecekleri Avrupa burjuvazisi vardı ki oda Türk toplumunda uygulanması güç bir burjuvaziydi. 

Avrupa da burjuvazi toplumu yöneten kesimdir. Lordlar kamarası, avam kamarası gibi açıktan ve direk olarak yönetime karışırlar. Bizde ise böyle bir şey mümkün değildir. O yüzden maddi bakımdan güçlü olanlar iktidarda söz sahibi olabilmek için jakobenliğe soyunmuşlardı. Buna gücü yetmeyenler insanların yumuşak karnı olan din ile umut tüccarlığına soyundular. Karmaşık, çarpışık ve faydasız bir tarikat cemiyet yapılanması hızla büyüdü. Dini cemiyetler de devlet ile aynı mantıktaydı. Kendilerine işlerini yaptırabilecek mürit istiyorlardı. Bir çoğu alim ya da bilgin olmayacaktı. 

O vakitler çocukların sosyal sınıflara göre yetiştirilmesi çok tuhaf gelmişti. Hatta o dönemlerde Alduos Huxley'in "yeni cesur dünya" kitabını okumuş ve onun etkisi altında değerlendirmiştim yaşadıklarımı. Varoşlarda ki acınası yaşamımız nerede ise romanda hayal edilen distopya ile bire bir uyumluydu. Sanki zenginler ve devlet biz çocukları bilerek ve isteyerek böyle yetiştiriyorlardı. Tam olarak kestiremiyor bağlantıyı kuramıyor olsam da, yazarın hayal dünyasını ve dünyayı kavrayışını takdir etmeden geçemiyorum. İyi ki bu dünyadan Aldous Huxley ve yaşamın diğer büyük üstatları geçmişler. Halen Kafka, Dostoyevski gibi üstatları okurken düşünce denizi içinde treylerle balık tutanların yanında olta atmış balıkçı gibi hissederim kendimi. 

Balıkların çokluğuna mı denizin büyüklüğüne mi şaşacağım bilemiyorum. Ancak üstatlara mesaj gönderme sansım olsaydı şunu derdim.

 

“Merak etmeyin değişen bir şey yok!

Bir kesim refah içindeyken diğer bir kesim devamlı olarak sefalet içinde.”

Yazarın Diğer Yazıları