Afi Can

ADALET (SİYASİ KISA ÖYKÜ BÖLÜM 2)

Afi Can

  • 642

 

Tuncay bunun burada kalmayacağını sabah şafak vaktinde polislerin kendisini evinde ziyaret edeceğini pekala biliyordu.
 İktidar kolluk kuvvetlerini ve yargıyı gücünün bir göstergesi olarak kullanmayı ve bunu olabildiğince karşısında durduğu kimseleri aşağılayarak yapmayı adet edinmişti.
 Hükümetin yıllar süren iktidarından önce devletin imkanlarını kullanarak vatandaşa böyle aşağılık bir suçluymuş gibi davranması hoş görülmediği gibi bu işlemi yapan ve yapma emrini verenler hakkında da ciddi suçlamalarla karşı karşıya kalınılırdı.. Gelin görün ki 21. Yüzyıl Türkiye’sinde cebir ve tehdit kanıksanmış bir hâl olmuştu. Sıradanlaşmış olağan bir metot halini almıştı.
Benim Tuncay ile tanışmam da işte tam bu konuların yeniden hararetle ele alındığı günün bitiminde oldu.
Kampüste ve sokaklarda sıkça adını duyduğum Tuncay ile aynı okuldan mezunduk. Eskişehir Anadolu üniversitesinde iktisat fakültesinde birlikte okumuştuk. Aynı hocalardan ders almamıza rağmen bizlerin derste anlatılanlardan kendi payımıza aldıklarımız çok daha farklı şeyler olmuştu. Ben bir takım rakamsal formüllerle nasıl kayıt tutulacağını görürken, o aynı tahtada yazılı olan rakamlarda memleketteki adaletsizliğin boyutunu görüyordu. Ve bu hesaplamaların en başından yanlış olduğunu o dönemlerde ortaya sürmeye başlamıştı bile.
Tuncay, Nihal ve arkadaşları yapacak başka işleri olmadığı için bu maceraya kalkışan insanlar değillerdi. Birer maceraperest hiç değillerdi. Onları böyle nitelemek en hafif tabirle işgüzarlık olurdu. Pekala iktidarın yanında yer alıp yükselebilme şansları vardı yada sessiz kalıp kendi işlerini büyütme olanağı, ama onların bir derdi vardı. Bunun için bedel ödemekten çekinmeyen yapıları da tüm görkemiyle yanlarında dolaşıyordu. Ne de olsa aslanın siluetinde görkemi her daim bellidir. Eleştirel bir zihne sahip çoğu kimse gibi olayları farklı bakış açılarından değerlendirmeyi pekala becerebiliyorlardı. Bu farklı tutumları da otorite sahipleri tarafından tehdit olarak algılanıyordu. Olay bu kadar basitti onların açısından...
Eve geçtiklerinde Tuncay “Olacak olan olur. Zaten bir şeyler olmalı ki olmasını istediğimiz şeyler olmaya ya da olmamaya başlasın. Sıkıntı çekecek, kendini tedirgin edecek herhangi bir şey yok. Lütfen rahatla biraz.” Gözlerini Tuncay’dan kaçıran Nihal “sana söylemesi kolay, daha önceleri benzer şekilde eylem yapmaya kalkan gençleri birer kum çuvalı gibi nasıl ateş ederek öldürdüler sen biliyorsun. Artık yasal idamın şekli değişti. İşlerine gelmediğinde yargılamaya başvurmadan sokak ortasında vuruyorlar insanları. Ve bunu milli güvenlik adına yaptıklarını iddia ediyorlar.” Nihal’in her sözünün sonunda kısılan sesi Tuncay’ın dikkatinden kaçmamıştı.. Bunda da haksız sayılmazdı. Anadolu’nun kırsal bir kasabasından gelmişti Nihal. Babası kasabanın tek manifaturacısıydı. Kısıtlı bütçeleri ile yaşama tutunmuş ancak hastane postane gibi zaruri ihtiyaçları için şehre inmişti, üniversite için doğduğu topraklardan ayrılasıya kadar.. Şehir küçük bir şehir olduğu için büyük kentlerin konfor ve bolluğunun bulunmadığı bir taşra kentiydi. Yozgat halen tam olarak modern dünya için gerekli olan atılımların eksikliğini hisseden bir şehirdi. O yüzden Nihal’in tutumlarındaki çekingenliği ve tutarsızlığı pekala anlayabiliyordu. Baş başayken çekingen olan Nihal’in, kalabalık içerisinde yelesiz dişi aslana dönüşmesini de bununla açıklayabiliyordu kendine. Her Anadolu kadını gibi sevdiklerini toplum içinde agresif ve şartsız şekilde destekliyordu. Tuncay Nihal’e göre bu bakımdan daha şanslıydı. Batı kültürünün biraz daha derinlere işlediği İzmir’den geliyordu. Demografik yapıları karışık olan bu büyük kent yıllarca yunan ve bir o kadar da Osmanlı toprağı olarak günümüze gelmişti. Daha önceleri orada yaşayan antik uygarlıkların da izleri halen mevcuttu. Kadınlar oje ,rimel gibi bir takım boyalarla kendilerini olduğundan güzel ve alımlı gösterebiliyorlardı. Kırsal da ise bu ahlak normlarına aykırı olmakla kalmıyor o kimsenin dışlanmasına kadar yol açabiliyordu. Akıllı olan kimselerin kırsalda mutsuz olmaları belki de bundan dolayı idi. Tuncay bunları düşünürken elindeki telefonu yere düştü. Almak için eğildiğinde üzerindeki ceketin düğmesini açmayı unuttuğu için düğmelerin birkaçı koptu. O sırada marketten alışveriş yapan ekibin diğer üyeleri kapıyı çaldı. Tuncay üstünü düzelterek doğruca kapıya yöneldi. Sadık ve Nedim. Poşetleri Tuncay’a uzatarak kendi evlerine girercesine sakin ve samimi biçimde eve girdiler.
-Sanırım bu sefer haklısın. Gücü elinde bulunduranlar asla paylaşmak istemezler hem böyle bir şeye yeltenseler bile neden benim gibi tehlike oluşturan birisiyle paylaşsınlar ki, onlar daha çok ipleri elinde olan kuklalar isterler.
 Dedikten sonra iç geçirerek;
-Nerede mutsuz olacağımı bilemiyorum...
İnsan ömrü boyunca tam olarak hatırlayamadığı ve parçalarının devamlı eksik kaldığı anılar biriktirir. Benim böyle hasarlı, yıkık dökük, yarım yamalak biriktirdiğim anılardan yaptığım bir topağım var. Hatıralarımın içinde en silik olmasına rağmen en büyük yeri kaplayan bir anım. Onu aşağıda sizlerle paylaşacağım birçoğunuza tuhaf gelecek olan bu öykü aslında bir kurmacaya dayanmamaktır bunu baştan belirtelim.
Öykünün son ve can alıcı bölümü haftaya arkadaşlar, yerimiz kısıtlı... Herkese mutlu, huzurlu, (artık ne kadar mümkünse) keyifli haftalar dilerim. Edebiyatla kalın, sanatla kalın...
 
 
 
 
 

Yazarın Diğer Yazıları