Afi Can

Adalet( Siyasi kısa öykü 3)

Afi Can

  • 1583


“deneyimli bir kaybeden olarak açık yüreklilikle şunu söylemek isterim ki, hiç yabancı düşmanım olmadı, hepsiyle kahve içmişliğim var.”
Konu: Tuncay’ın  askerliği vicdani ret ile yapmaması... Tuncay’ın  ağzından dinleyelim. 
Herkes bilir ki ülkelerin toprakları kamuya açılmış devlet malıdır. Ülkelerin toprakları üzerinde mülkiyet hakkı edinen kimseler gönüllerince ekip biçip diledikleri binayı inşa edebilirler ve bu haklarını kan bağına bakılmaksızın kendilerinin atayacağı varislerine miras yoluyla geçirebilirler. Bunun içinde devlete birtakım isimler, usuller altında vergi adında haraç ödemek zorundadırlar.
 Çünkü bu ülkelerin üzerinde kurulan devletler “baba” olarak vatandaşlara bir takım hizmetler götürmekle yükümlüdür. Bunların başında da güvenlikleri gelir bunu sağlamak için de yine kendi içlerinde oluşturacakları orduya asker arayışı içerisine girerler, bunun ucuz ve makul olanı, zengin devletler için dışarıdan paralı asker getirmektir, gücü buna el vermeyen devletler de yine kendilerine haraç ödeyen halktan, bir de  kendinden sonraki varislerinin de gönüllerince burayı biçip ekip dikebilmeleri için orduya katkıda bulunmaları istenir ve bunu kendi rızalarıyla yapmaları gerektiğine kamuoyu çokluğuyla ikna ederler. 
Ben ikna olmayan kısımdanım. Bir parçam değil tamamım o kısımda. Askerlik şubesinden evimize geldiklerinde de bu durum böyleydi. Adanacak bir adak ya da verilecek bir kurban değildim. Yanlış adama gelmişlerdi. Ben kirada oturan, ve onların ayak işlerini yapan basit biriydim. Bu topraklarda ne atalarımın, ne benim, herhangi mülkiyetim yoktu. Korumakla yükümlü olduğum bir mal da yoktu. Ben o görkemli ve büyük konaklarının puslu, karanlık tarafındaki barakalarında yaşayan hizmetçiydim. Ve onların konaklarını korumak gibi bir ulvi görevim de yoktu. Bi zahmet düdüğü çalan parasını ödesin... 
Ayak üstü kapı ağzında yapılan o kısa tatsız sohbette, babam beni adak olarak devlete vermeye kalktığında ve devlette onun bu adağını kabul edip, bana askerlik sülüsünü yolladığın da, ben çoktan kendi içimde tezkeremi almıştım. İradem ve rızam dışında iki kişinin benim adıma karar vermesi kabul edebileceğim, hazımı kolay bir mesele değildi ve hayatım boyunca bana zerre faydası olmamış ve olacağını da zannetmediğim kimseler için kendimi kurban etmemeye kararlıydım. Sahip olduklarım savaşmaya yetecek kadar  bol değildi. Zaten ucu ucuna bir hayat yaşıyordum, suyun üzerinde kafamı tutabilmek için inanılmaz mücadeleler veriyordum ve bu durum kimsenin umurunda değildi. Şimdi onların sahip oldukları mallarının telaşına düşmek benim açımdan ne kadar mantıklı olurdu. Bolluk vaktinde paylaşmadan hunharca yiyenler, şimdi sofralarındaki kırıntılarından bana vermeye razı olacaklar diye onlar adına dövüşmemi mi istiyorlar, bu bana pek mantıklı gelmiyor. O gün de pek mantıklı gelmedi ve askerliği reddettim.
 Benim uğruna savaşacak kadar bir varlığım olmadığını, sadece bir köle gibi onlara hizmet işlerinde yardımcı olabileceğimi, çaylarını getirip götürmeye bir ömür devam edebileceğimi söyledim. Bana size çay getirip götürebilmek için ölmem gerektiğini söylediğinizde komik oluyorsunuz, diye de ekledim. Siz buna nasıl inanıp da bana gelip bunları söyleyebiliyorsunuz inanın aklım almıyor.
 Bana sülüsümü getiren yıldız bolluğuna bakılırsa oldukça kalabalık bir asker grubunu hitap eden bir komutandı. Fikirlerimi onunla paylaştığımda pek tabii beğenmedi, katılmasını zaten beklemiyordum ama yüzünün bu kadar düşeceğini, sanki anasına sövmüşüm gibi kızarıp bozaracağını da tahmin etmemiştim. 
Yaptığı işin gereksizliğini yüzüne vurduğum için mi? Yoksa ortaya saldıkları koca yalanı yüzlerine haykırdığım için mi bozuldu bilemiyorum. Aslında benim de pek umurumda değildi onun düşünceleri, hele ki söz konusu benim yaşamım olduğunda tanımadığım bu adamın benim hayatım hakkımda lütuflar da bulunması pek tabii insanlık onuruma yakıştıramadığım bir durumdu.
 Babam olayın yanlış anlaşıldığını, bir sorun olmadığını oluşan aksaklığın kısa sürede giderileceğini, kendisinin gitmesini, benim de birkaç güne birliğime katılacağımı söyleyerek asker abiyi geri gönderdi. 
Kaldık baş başa, bakışlarında öfke yoktu, boşluk vardı. Söylediklerimde haklı olmamın ama elden bir şey gelmemesinin çaresizliği vardı.
 “Baba az önce ne yaşadığımızın tam olarak farkında mısın? Ortaçağda kralların atlı birliklerle gezerek köylerden asker toplama sahnesini yaşadık. Hani medeniyet? Hani insanlık onuru?  Filmlerde izlediğimizde ne kadar ilkel diyoruz. Hatta bir parçada gariban, kendi halindeki çiftçilerin evlerinden çocuklarının zorla gasp edilmesine öfkeleniyoruz değil mi? 
 Tekrar baktım gözlerine, inanç da yoktu. Orada ölmemi gerektirecek herhangi bir durum olduğunu da düşünmüyordu. İnanmıyordu bu savaş oyuna  onun bu kayıp bakışları içimi parçaladı. Çok iyi hatırlıyorum. Giden o yıldızlı üniformalının arkasından “komutanım beni de bekleyin” diye bağırmakta geldi bir ara içimden ama bunu yaparsam benden daha aşağıda ve benden bir tık üstte olan insanların da sebepsiz yere ölmesine göz yummuş olacağım aklıma geldi. Hatta daha ötesinde çanaklarına su taşıyacakmışım gibi hissettim. Ağır bir mağlubiyet alacağımı biliyordum ama bu cengi  ben vermeliydim. 
Hafifçe babamın kolunu bileğinden kavradım ve “seni sevdiğimi biliyorsun baba, ama olacaklara ne olur sen karışma.”
 Evden çıktığımda tam olarak nereye gideceğim hakkımda bir fikrim yoktu ama buranın askerlik şubesi olmayacağı kesindi. 
 Porsuk nehrinin kenarında uzunca bir müddet yürüdüm. Eskişehir’i tam ortadan ikiye bölen bir nehirdir. Kokusu balık değil daha çok fosseptik kokar. Rengi berrak değildir, bataklık gibi koyudur ama akar gürül gürül. Şaşırırdım bu işe, hala şaşarım gerçi..
 Ne yaparlarsa yapsınlar temizleyemediler porsuğu. Dibindeki balçığı aldılar, içine klordan daha kuvvetli çözeltiler attılar ama o inatla koyu rengini almaya devam etti. Sanırım sonunda yetkililer de doğadan her istediklerini istedikleri zaman alamayacaklarını ikna oldular ki uğraşmayı bıraktılar porsuk nehriyle. 
Kayıkla gezmeyi severdim çocukken, eski usul kayıklar saatlik kiralanırdı “saati 10 TL”  dört arkadaş harçlıklarımızı biriktirip kiralamıştık.
Kürek çekmek sanılandan zor bir iştir, bizim gözümüze o zamanlar kolay bir işmiş gibi görünmüştü. 100 m 200 m sürdük kayığı tabii biz o sırada kayığı ilerletenin akıntı değil de bizim pazılarımız olduğu yanılgısındaydık. Aklımıza bile gelmiyordu akıntı. Sonra saatin dolmak üzere olduğunu fark ettik, yarım saattir kürek çekiyorduk ve bir yarım saatte geri çekerek  ancak geri dönebilirdik bu yüzden gezimizin yarım saatlik bölümünde ters istikamette kürek çekerek kayığı teslim etmeye niyetlendik.  
İlk 5 -10 dakika uğraştık ama haddinden fazla yorulmuştu kollarımız, ilerlemek yerine akıntıyla birlikte sürüklenmeye başlamıştık geriye doğru, o zaman akıntıya karşı kürek çekilmeyeceği sözünü öğrenmiş oldum. Porsuk Nehri’nin nerede başlayıp nerede bittiğine dair bilgimiz yoktu.  Ama o gün “Oğlum bu nehir nereye gider kim bilir, biz bununla 3 günde oraya varamayız, iyisi mi sağa çekip ipiyle bir yere bağlayalım, dönüp adama da haber verelim.”  Bu parlak düşünceme onlarda katılmıştı. Nitekim bu düşüncemizin yarısını yaptık, ağaç kısmına kadar, kayığı bağlayıp küreklerini de içine attıktan sonra yürüyemeyecek kadar yorgun olduğumuzu ve kayıkçının da zahmete değmeyecek bir adam olduğuna karar verdik. Kayıkçı nasıl olsa kayığın peşine düşecekti. 4 tane çocuğun bu koca kayığı omuzlayıp götürmeyeceğini akıl edecek kadar aklı çalışırdı. Öylece bıraktık  kayığı, sonrasında ne oldu bilmiyorum aslında bilmek de istemiyorum, kötü bir şey olmadığını biliyorum. Bu anılarımı düşünüp porsuk kenarında otururken bir el omzumu sarstı. Tanıdık olma ihtimali büyüktü, buralarda tanınan bir simaydım.
Gelenin gölgesi üzerime düştüğünde tanımıştım, İlhan’dı.  Bu saçma düşüncelerimden dolayı utanç duymam gerektiğini söyledi yanıma otururken.
 Beni ikna etmek için muhakkak annem göndermişti onu, sözlerine değer verirdim ama bu onun her söylediğini yaptığım anlamına gelmiyordu. Annem bu ayrımın farkına hiçbir vakit varamadı.
 Elinde bira vardı. Samimiyetinin bir belirtisi idi biralar, biraz sonra şiddetli itiraz edeceğim düşüncelerine karşı bir sus payı, medeniyet dedikleri de bu sanırım, söz konusu benim hayatım olduğunda medeniyeti umursamam gerektiğini pek zannetmiyorum. Beni ikna etmeye geldiği şey tanımadığım bu insanlar için canımı feda etmem de bir mantık aramanın gereksiz olduğuydu. Ama o medeniyet tiyatrosunda oynamak zorundaydı. Askerliğin onur, gurur verici bir şey olduğundan uzunca süre dem vurdu. Dinci bir partinin azılı militanıydı. İktidardaydılar. Ve bedel askerlik ile geçiştirmişti bu onurlu, şerefli saydığı vazifeyi ve bana askere gitmem gerektiği yönünde ki telkinleri in gülünçlüğünden bi haber değildi. İçten içe biliyordu bu oyunu kuralına göre oynamak daha mantıklıydı. Sözü uzatmayacağım. Çakma vatanseverlik oynamak yerine ben kendi irademi ipotek ve baskı altına aldırmak yönünde kararlıydım. Öyle de yaptım.
Devamı gelecek, sevgiyle kalın, sağlıcakla kalın ...
 

Yazarın Diğer Yazıları