Kayaköy. Adı üstünde, kaya gibi köy. Ya da hayalet köy mü demeliydim? Gecenin bu saatinde, Hammur Abi’nin derme çatma ama ruhu olan mekanında, masamdaki buzları eriyen rakının buğusundan etrafa bakınca, yıkık taş duvarların arasında dolaşan fısıltıları duyabiliyordum. Ya da belki de sadece kafam iyiydi, kim bilir? Hammur Abi, o her zamanki bilge ama bir o kadar da bezgin ifadesiyle tezgahın arkasında bardakları parlatıyordu. Adamın yüzünde bin yıllık bir yorgunluk, gözlerinde ise her şeyi görmüş geçirmişliğin o tuhaf pırıltısı vardı.
"Ne o, yine hangi cehennemin kapısında sabahladın?" diye sordu, sesi her zamanki gibi sigara dumanına bulanmıştı. Tezgahtaki eski radyodan cızırtılı bir melodi yayılıyordu.
"Cehennem mi, cennet mi, Hammur Abi," dedim, bardağımdaki son yudumu kafama dikerek. "İkisi de birbirine karışmış bu devirde. Tıpkı bu köy gibi. Yaşayan ölüler, ölü yaşayanlar..."
Hammur Abi başını salladı. "Fazla düşünüyorsun. Kafa yapar."
"Düşünmeden yaşanır mı be Abi?" diye laf soktum. "O zaman hayvandan ne farkımız kalır? Gerçi bazen hayvan olmak daha cazip geliyor ya, neyse." Önümdeki yıpranmış dergi yığınından birini karıştırdım. Aralarından bir kitap ayracı düştü: "Şiirden Yayınları." Ve bir isim: Selma Cengiz.
"Bak sen," dedim kendi kendime. "Şiir ha? Bu karmaşanın içinde hala şiir yazanlar var demek."
Hammur Abi merakla eğildi. "Kimmiş o?"
"Selma Cengiz diye bir şair," dedim. "Buçağ Dergisi'nde falan yazıları çıkıyormuş, bir de Tehnelli diye bir adresi var internette. Kadın, kelimelerle dövüşüyor anlaşılan." Bir an duraksadım, sonra aklıma gelen bir dizeyle devam ettim: "Hani bir lafı var ya, 'İnsan Öleceğine İnanır' diye. Kitabının adıymış. Ulan, daha ne kadar düz, ne kadar suratına tokat gibi söylenebilir ki bu gerçek?"
Hammur Abi bardağımı tazeledi. "E, inanır tabii. İnanmasa nasıl yaşar? Ya da nasıl ölür?"
"İşte bütün mesele bu be Abi," dedim, yeni doldurulmuş rakıdan büyük bir yudum alarak. "Kadın da bunu deşiyor anlaşılan. Şu anki zamanın, bu koşturmacanın, bu sahteliğin ortasında insanın o en temel gerçeğiyle yüzleşmesini istiyor. 'Şimdiki Zaman' diye bir kitabı daha varmış. Adı bile yetiyor, değil mi? Şimdiki zaman. Ne menem bir şeyse o. Hep bir sonraki ana ertelenen hayaller, hep geçmişin hayaletleriyle boğuşan zihinler. Peki ya şimdi? Tam şu an? Bu rakı, bu Kayaköy, bu sen, bu ben… ve Selma Cengiz’in kelimeleri."Buçağ Dergisi'ndeki yazılarını karıştırdım. Bir yazısında şöyle diyordu: "Belki de hayat dediğimiz şey, bir sonraki nefesi beklerken kaçırdıklarımızdan ibarettir." Basit, ama nasıl da yerine oturuyordu. Tıpkı Kayaköy’ün taşları gibi. Her biri basit, ama bir araya gelince koskoca bir hüzün anıtı.
"Kadın," dedim Hammur Abi'ye, "sanki bu terk edilmiş evlerin dilini çözmüş. Onların sessiz çığlıklarını kelimelere dökmüş gibi. 'İnsan Öleceğine İnanır'... Ulan, bunu kabullenmek ne zor değil mi? Hep bir kaçış, hep bir oyalanma. Ama o geliyor, yüzüne vuruyor. Belki de iyi yapıyor. Çünkü ancak öldüğünü bildiğin bir hayatı dolu dolu yaşayabilirsin, ya da en azından denersin."
Cengiz'in bir başka dizesi takıldı aklıma, sanırım 'Şimdiki Zaman'dan olmalıydı, internette bir yerlerde rastlamıştım: "Zaman, avuçlarımdan kayıp giden kum taneleri değil, avuçlarımın ta kendisi." Vay anasını! Zamanı nesne olmaktan çıkarıp özne yapıyor. Biz zamanın içinde değiliz, zaman biziz. Yaşadığımız her an, bizden bir parça. Harcadığımız her saniye, kendimizden çaldığımız bir nefes.
"Hammur Abi," dedim, "bu kadın bizim gibi biraz. Yani, dünyanın ağrısını içinde taşıyanlardan. Öyle süslü püslü laflarla, pembe tablolarla işi yok. Ne görüyorsa, ne hissediyorsa onu yazıyor. Tıpkı Melih Cevdet’in yaptığı gibi. Adam da kusuyordu içindekileri kağıda, kim ne der diye düşünmeden. Selma Cengiz de kendi üslubuyla, kendi coğrafyasının sancısıyla bunu yapıyor sanki."
Hammur Abi, elindeki bezi bırakıp yanıma geldi. Radyoda şimdi daha hüzünlü bir Ege türküsü çalıyordu. "Melih Cevdeti ha?" dedi, hafif bir tebessümle. "O da senin gibiydi. Kaybedenlerin, kenarda kalmışların sesi. Belki de bu Selma Hanım da öyledir. Herkesin görmezden geldiği, ama aslında en çok can yakan gerçekleri fısıldıyordur kulağımıza."
"Fısıldamak mı?" dedim. "Bence bas bas bağırıyor. Ama kimsenin duymadığı bir frekanstan. Çünkü duymak işlerine gelmiyor. Ölümle yüzleşmek, zamanın acımasızlığıyla hesaplaşmak, şimdiki anın kıymetini bilmek... Bunlar zor işler Hammur Abi. Kolayı varken kim uğraşır zorla?"
Cengiz'in bir şiirinden bir bölüm daha buldum Tehnelli'deki sayfasında gezinirken: "Aynada gördüğüm yüz / Tanıdık bir yabancı / Kaç mevsim eskittim / Bu kirli handa / Bilmiyorum / Sadece yorgunum / Ve biraz da kırgın / Hayatın şakağıma dayadığı / O soğuk namluya."
"Bak," dedim Hammur Abi'ye. "İşte bu. Hayatın şakağına dayadığı o soğuk namlu. Hepimiz o namlunun ucundayız. Ama kimimiz farkında, kimimiz uyuyor. Şairler, işte bu uyuyanları sarsmak için var. Selma Cengiz de onlardan biri. Sözcükleri kurşun gibi. Ama öldürmek için değil, uyandırmak için."
Kayaköy'ün sessizliği, şimdi Cengiz'in dizeleriyle daha bir anlam kazanıyordu. Bu taş evler, bir zamanlar hayat dolu olan, şimdi ise sadece rüzgarın ve anıların uğultusuna teslim olmuş bu mekanlar... Hepsi 'İnsan Öleceğine İnanır' gerçeğinin birer anıtı gibiydi. Hepsi 'Şimdiki Zaman'ın ne kadar kıymetli ve bir o kadar da fani olduğunun kanıtıydı.
"Kadının dili de keskin," diye mırıldandım. "Öyle eğip bükmüyor. Pat diye söylüyor. Şiirlerinde bir isyan var, ama aynı zamanda derin bir kabulleniş de. Sanki dünyanın bütün kahrını çekmiş, sonra da gelmiş bize anlatıyor gibi. Hani derler ya, 'acıdan damıtılmış bilgelik'. İşte öyle bir şey."
Bucağ Dergisi'ndeki bir başka yazısında, insanın kendi içindeki boşlukla yüzleşmesine dair bir şeyler okumuştum. "Kaçtığımız her ne ise, aslında kendimizden başkası değil. O boşluk, doldurulmayı bekleyen bir kuyu değil, kabul edilmeyi bekleyen bir parçamız." Ne kadar doğru. Hep bir şeylerin peşinde koşuyoruz, o boşluğu doldurmak için. Para, şan, şöhret, aşk... Ama belki de o boşluk, bizim özümüz. Onu doldurmaya çalışmak yerine, onunla yaşamayı öğrenmeliyiz.
"Selma Cengiz," dedim, "bize o boşlukla barışmayı öğütlüyor sanki. Ölümle barışmayı, zamanla barışmayı, en önemlisi de kendimizle barışmayı. Kolay mı? Değil tabii ki. Ama biri bunu söylemeliydi. Hem de böyle, lafı dolandırmadan, en saf, en çıplak haliyle."
Hammur Abi, "Herkesin bir derdi var," dedi. "Kimi midesiyle, kimi cüzdanıyla, kimi de ruhuyla dertli. Şairler, ruhuyla dertli olanların sesi. Onlar olmasa, bu dünya hepten çekilmez olurdu."
"Doğru söze ne denir, Abi," dedim. "Şu 'Şiirden Yayınları' da muhtemelen bu sesi daha çok kişiye ulaştırmak için bir çaba. İyi de yapıyorlar. Çünkü bu seslere ihtiyacımız var. Bize kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, nereye gittiğimizi hatırlatacak seslere."
Gece iyice çökmüştü Kayaköy'ün üzerine. Terk edilmiş evlerin pencereleri, boş göz çukurları gibi bakıyordu bize. Ama artık o kadar da ürkütücü gelmiyorlardı. Sanki Selma Cengiz'in şiirleri, o boşluğa bir anlam katmıştı. O fısıltılar, artık sadece rüzgarın değil, aynı zamanda insanın en kadim sorularının da sesiydi.
"Belki de en büyük cesaret," diye geçiyordu aklımdan Cengiz'in bir başka dizesi, "her şeye rağmen yaşamayı seçmek değil, öleceğini bilerek yaşamayı sevmektir."
"Ulan," dedim kendi kendime. "Bu kadın iyi yazıyor be."
Hammur Abi gülümsedi. "Sana da bir ilham geldi galiba?"
"İlham mı?" dedim. "Yok be Abi. Sadece, bazı insanlar vardır, kelimeleriyle seni alır, şöyle bir silkeleyip kendine getirir. Selma Cengiz de öyle bir şair işte. Bu boktan dünyada, bu sahte gülüşlerin, bu anlamsız koşturmacanın ortasında, sana en yalın gerçeği hatırlatıyor: 'İnsan Öleceğine İnanır.' Ve belki de bu yüzden, 'Şimdiki Zaman'ı daha bir sıkı tutmak, daha bir anlamlı kılmak gerekir."
Bardağımdaki son damlaları da içtim. Kayaköy'ün hayaletleri sanki biraz daha huzurlu görünüyordu şimdi. Belki de Selma Cengiz'in kelimeleri onlara da ulaşmıştı, kim bilir?
"Hadi bana eyvallah, Hammur Abi," dedim. "Bu gecelik bu kadar felsefe yeter. Biraz da gerçek dünyanın acımasızlığına dönelim."
Hammur Abi, "Yolun açık olsun," dedi. "Ama unutma, gerçek dünya da o kelimelerin içinde saklı."
Kapıdan çıkarken, Kayaköy'ün taş sokaklarında Cengiz'in dizeleri yankılanıyordu zihnimde. Evet, insan öleceğine inanırdı. Ama belki de asıl mesele, bu inançla nasıl yaşadığımızdı. Ve şairler, işte bu nasıl yaşanılacağına dair en cesur, en dürüst fısıltıları sunanlardı bize. Selma Cengiz gibi. Bu karmaşanın ortasında, hala direnen, hala sözün gücüne inanan bir ses. İyi ki de vardı.
Hammur, avuçlarını masaya dayayıp cevap verdi: “Şiir, benim palam gibi. Kesmezse, işe yaramaz.”
Selma gülümsedi. Kapıdan çıkarken arkasında bir dize bıraktı: “Ben, yanan ormandan kaçmayan ağacım. Külümle beslenir şiirlerim.”
Not: Selma Cengiz’in şiirleri, Hammur’un Yeri’nde her perşembe okunur. Eğer bir gün yolunuz Kayaköy’e düşerse, sadece taşlara değil, sessizliğin şiirine de kulak verin.
Tehnelli.com’da yazanlar ise bir sır değil: “Gerçek şiir, okuyanı yakan değil, değiştirendir.”
Sonraki Köşe Yazısı İçin Not:
Hammur’un Yeri’nde önümüzdeki hafta: “Zamanın Çaldıkları: Kayaköy’ün Kayıp Çan Sesleri”
Selma Cengiz ve Hammur Abi, 1923’te susturulan çanların izini sürecek.
Sevgiyle kalın,sağlıcakla kalın ve en kısa sürede bir Selma Cengiz Kitabı edinin… Keyifli Haftalar dilerim…