Sabahın körü. Hava, insanın ciğerlerine bıçak sokup çeviriyormuş gibi soğuk. Kayaköy’ün o meşhur, lezzetli sessizliği yine tepemde. Yatağın kenarına oturdum, başım çatlıyor. Dün gece ne içtiğimi hatırlamıyorum ama ağzımda paslanmış bir demir parmaklığın tadı var. Muhtemelen o ucuz şaraptı. Hani şu Paspatur’un arka sokaklarında turistlere “ev yapımı” diye kakaladıkları, aslında kimyasal atıktan hallice olan zehir.
Kalktım. Mecburum. Aşağıda, ahırda bekleyen canlar var. Onlar benim baş ağrımı, varoluşsal sancılarımı ya da Fethiye’nin betona boğulmasını umursamazlar. Onlar sadece açtır. Ve açlık, şu dünyadaki tek dürüst duygudur.
Çizmeleri geçirdim ayağıma. Dışarısı gri. Kayaköy’ün o hüzünlü taş evleri, boş göz çukurları gibi bana bakıyor. Herkes buralara “romantik” der, “tarih kokuyor” der. Ben size ne koktuğunu söyleyeyim: Yalnızlık ve keçi boku kokuyor. Ve inanın bana, keçi boku, o şehir merkezindeki pahalı parfümlerden daha samimi.
Ahıra girdim. Benim oğlanlar, keçiler, koyunlar... Hepsi bana bakıyor. En öndeki, adını “Sezar” koyduğum, boynuzlu bir piç var. Gözlerinin içine baktım. “Ne var lan?” dedim, “Yine mi açsın? Ben de açım, ben de susuzum ama kimse gelip önüme yonca atmıyor.” Sezar anlamaz. Sezar sadece geviş getirir. İnsanoğlu da böyledir aslında, tek farkımız bizim geviş getirirken yalan söylüyor olmamız.
Yemlerini verdim, sularını tazeledim. Ellerim soğuktan uyuşmuş, tırnak aralarım toprak ve gübre dolu. İşte hayat bu. Gerisi hikaye. Gerisi, o kordonda dondurma yalayıp “Fethiye çok bozdu abi” diyenlerin tatlı rüyası.
İş bitince, evin önündeki o kırık dökük sandalyeye oturdum. Cebimden ezilmiş sigara paketini çıkardım. Son dal. Yakıp derin bir nefes çektim ve gözlerimi kapatıp Hammurabi’nin Mekanı’na daldım.
---
Burası benim zihnimdeki bar. Giriş ücreti yok, ama çıkışta ruhunuzdan bir parça bırakmak zorundasınız. Barmen Hammurabi. Babil’in o asık suratlı kralı, elinde bir bezle tezgahı siliyor. Tezgahın arkasında, o meşhur kanunların yazılı olduğu taş tablet duruyor ama kimsenin umurunda değil. Herkes kendi kanununu yazmanın peşinde.
Mekana girdim. İçerisi duman altı. Köşede, Fethiye’nin yeni yetme müteahhitlerinden biri oturuyor. Adı lazım değil, biz ona “Beton Kazım” diyelim. Yanında da ruhunu çoktan ipotek ettirmiş bir emlakçı. Masada haritalar, parsel numaraları, dolar işaretleri havada uçuşuyor.
Hammurabi’ye baktım. “Bana her zamankinden,” dedim. “Sert olsun, yalan içermesin.”
Hammurabi, o binlerce yıllık yorgun gözleriyle bana baktı. “Yine mi geldin Afican?” dedi, sesi kuyu dibinden gelir gibiydi. “Dünya düzeldi mi ki gelmeyeyim?” dedim. Önüme, içinde ne olduğunu sormadığım o bulanık sıvıyı koydu.
Beton Kazım bağırıyordu köşeden: “Bak şimdi, şuradaki zeytinlikleri dümdüz ederiz. Oraya bir 'Ekolojik Yaşam Köyü' kondururuz. Adını da süslü bir şey koyarız, 'Green Olive Dreams' falan. İngilizler bayılır, İstanbul’dan kaçan beyaz yakalılar havada kapar.”
Gülümsedim. Acı bir gülümseme. Ekolojik yaşam köyü yapmak için asırlık zeytinleri kesecekler. İşte çağımızın özeti bu. Doğayı sevdiğini iddia edip, onu pazarlayacak bir fahişeye çevirmek.
Hammurabi tezgahın altından o ağır tokmağını çıkardı. “Kısasa kısas,” dedi mırıldanarak. “Ağacı kesenin gölgesi kurusun, suyu kirletenin kanı zehirlensin.”
“Boş ver Kral,” dedim bardağı kafaya dikerken. “Senin kanunlar burada geçmez. Burada kanun, banka hesabındaki sıfırların sayısıdır. Eğer yeterince paran varsa, Kayaköy’ün taşlarını bile söküp villana şömine yaparsın, kimse de gıkını çıkarmaz.”
Kazım masaya vurdu: “Manzara! Manzara satıyoruz oğlum biz! Ruh satıyoruz!”
O an, sandalyemden kalkıp yanlarına gitmek istedim. O haritayı alıp, “Burada sattığın şey benim çocukluğum lan!” diye bağırmak istedim. “Burada sattığın şey, o keçilerin otladığı yamaç, o kekik kokusu, o rüzgarın sesi!” Ama yapmadım. Çünkü Bukowski haklıydı; aptallarla tartışmak, bir domuzla güreşmeye benzer. İkiniz de çamur olursunuz ama bu sadece domuzun hoşuna gider.
Hammurabi’ye döndüm. “Bana bir duble daha koy,” dedim. “Ama bu sefer içine biraz umut karıştır. Var mı elinde?”
Hammurabi başını iki yana salladı. “Umut bitti Afican. En son şişeyi, geçen seçimden önce dağıttılar. Şimdi elimizde sadece 'Kabulleniş' ve 'Öfke' var.”
“Öfke olsun,” dedim. “Sek.”
---
Gözlerimi açtım. Sigaram parmaklarımı yakacak kadar küçülmüş. Kayaköy’ün soğuğu kemiklerime işliyor. Ahırdan Sezar’ın sesi geliyor. Muhtemelen yanındaki diğer keçiye kafa atıyor. Doğa acımasızdır ama dürüsttür. Güçlü olan zayıfı ezer, ama en azından bunu “Seni seviyorum, bu senin iyiliğin için” diyerek yapmaz.
Kalktım. Şişelerin olduğu dolaba gittim. Boş. Hepsi boş. Lanet olsun. Bu kasaba, bu dünya, bu bitmek bilmeyen inşaat gürültüsü ve sahte gülüşler... Hepsi birer boş şişe gibi. Dışarıdan bakınca parlıyorlar, ışığı yansıtıyorlar ama içleri kupkuru.
Fethiye değişiyor dostlarım. Ve bu değişim, benim gibi yaşlı, huysuz, keçi kokan adamların hoşuna gitmiyor. Eskiden buralarda insanlar birbirinin yüzüne bakardı, şimdi herkes telefonuna ya da tapu kayıtlarına bakıyor. Eskiden "Bereket" denirdi, şimdi "Rant" deniyor.
Hammurabi’nin o hayali barında adalet arıyorum ama bulamıyorum. Çünkü adalet, Fethiye Adliyesi'nin koridorlarında değil, belki de sadece o keçilerin masum bakışlarında kaldı. Onlar yargılamaz. Onlar sadece yaşar ve ölür.
Biz ise... Biz arada sıkışıp kaldık. Ne tam olarak hayvan olabiliyoruz ne de tam olarak insan. Sadece tüketiyoruz. Manzarayı, havayı, birbirimizi, zamanı...
Hava kararmaya yüz tuttu. Birazdan aşağı inip, Sezar’ı ve diğerlerini içeri kapatacağım. Sonra sobayı yakacağım. Belki zulada kalmış yarım bir şişe rakı bulurum. Eğer bulursam, Hammurabi’nin şerefine kaldıracağım kadehi. O eski, unutulmuş kanunların şerefine.
Ve siz, o lüks arabalarıyla Kayaköy’ün dar yollarında tozu dumana katanlar... Siz o ekolojik köylerinizde, sahte taş duvarlarınızın arasında viskinizi yudumlarken şunu unutmayın: Bastığınız toprak, kestiğiniz ağaç ve kovduğunuz o keçi, bir gün geri dönecek. Hammurabi’nin dediği gibi; duvarı delen, delikte sıkışır kalır.
Ben Afican. Burası Hammurabi’nin Mekanı. Giriş bedava, çıkışta vicdanınızı bırakıyorsunuz. Tabi varsa.
Hadi eyvallah. Gidip şu lanet sobayı yakayım, popom dondu.
Bu haftalık bu kadar, herkese keyifli haftalar dilerim. Sevgiyle Kalın sağlıcakla kalın.
Not : Yazılarımın kurmaca olduğunu unutmayın. Rtük falan uğraşmak istemiyorum.