Kayaköy, taş evleriyle bir mezarlık gibi duruyor. Rüzgâr, yıkık duvarların arasından sızıp, geçmişin çığlıklarını taşıyor. Hammurabi’nin Yeri, bu hayalet kasabanın kalbinde, sanki cehennemin kapısında bir meyhane. Tabelası yok, ışığı loş, rakı kokusu ağır. İçeri girersen, hayatın sahteliği suratına çarpıyor. Hammurabi, tezgâhın ardında, elleri yıpranmış bir cellat gibi kadehleri dolduruyor. Gözleri, her geleni bir kitap gibi okuyor ama ağzını açıp tek laf etmiyor. Sessiz, sakin, her şeyi görmüş bir bilge. Abidin, köşedeki masada, her zamanki gibi. Sıska, öfkeli, gözlerinde kindar bir ateş. Hayat onu çiğnemiş, tükürmüş, ama o hâlâ ayakta, rakısıyla kavga ediyor.Kapı gıcırdadı; içeri iki silüet sürüklendi. Biri üniforması yırtık, çizmeleri çamurlu Napolyon – henüz kral değil, topçu yüzbaşısı. Diğeri, ceketi lekeli, gözleri bataklık sisli Sydney Carton. Bara çöktüler. Bu gece masada iki yabancı var: Napolyon, Sydney Carton, Hammurabi’nin Yeri, bu gece kan ve ihtilal kokuyor.
Hammurabi, tezgâhtan bir şişe daha alıyor, kadehleri dolduruyor. “Giyotin, adalet miydi, intikam mı?” diyor, sesi alçak ama keskin.
Napolyon gülümsüyor, ama gülümsemesi soğuk. “Adalet? İhtilal, aç kurtlar gibiydi. Kimi yediği umrunda değildi. Krallar, köylüler, masumlar, suçlular… Giyotin hepsini yuttu.” Abidin masaya yumruk indiriyor. Carton, kadehi havaya kaldırıyor “Şerefine! Ulusal Ustura’nın…
Dur Bonaparte ben sana günümüz gözüyle anlatayım. İki şehrin hikayesinden bahisle…
En iyi zamanlardı, en kötü zamanlardı... Ama hangisinin hangisi olduğuna kim karar verirdi? Bugün Napolyon'dan çok daha şatafatlılarını gördük. Ve Sydney Carton'dan daha bitiklerini... Biri tarihin sayfalarına kazındı, diğeri bir kadının kalbine. İkisinin de sonu aynı: Yalnızlık.
Paris'in ortasında başsız bedenlerin altından çıkan devrim, önce başları kesti sonra umutları. "Halk için" dediler ama halkın çenesini tutacak kadar bile karnını doyurmadılar. Sonra 'adalet' dediler, ama adaletin mezar taşıydı o meşhur giyotin.
Bayan Giyotin... Ne zarif bir isim. Kadın değil, ama kurbanları hep erkek. Saç beyazlamasını önler, baş ağrısını kökten çözer. Bu türden kara mizahlarla avutuyordu kendini Paris ahalisi. Kadınlar, sabah örgüsünü örer, öğlen idama gider, akşam da çocuğuna masal anlatırdı. Masalın adı: "Evlatlarını Yiyen İhtilal."
Napolyon, devrim sonrası doğan bir ihtilal artığıydı. Annesi onu top sesleriyle büyüttü, o da kendini imparator yapıp kıtaları kana buladı. Ama o günlerde, Tuileries Sarayı'nda oturan bir deliyle, köyde tımarhaneye kapatılan arasında hiçbir fark yoktu. İkisi de hayal görüyordu, biri taçla süsleyerek, diğeri tavanı izleyerek. Devrim herkese bir rol biçti. Kimine kral katili, kimine aziz, kimine de seyirci.
Sydney Carton ise başka bir tür deliydi. İçkiyi, aşkı ve ölümü aynı kadehte içen bir adam. Sevdiği kadının kocası için canını veren bir adam. Şimdi sorsan, bu cesaret mi, yoksa hayatın karşısında pes etmek mi? Hangisi olursa olsun, adam gitti. Giyotin bile başını eğdi arkasından.
Ama işte gerçek bu: Devrim romantik değildir. Bastille'in duvarlarını yıkan o kalabalık, aynı kalabalık değil birkaç ay sonra. Bugün bağıran yarın susar, bugün yürüyen yarın kaçacak delik arar. Giyotin, eşitlik getirir derler. Getirir ama herkesin boynunu eşitler.
On devrim mahkemesi vardı Paris'te. Ülkenin her yerinde kırk elli komite. Kimse masum değildi çünkü suç artık düşünceyle ölçülüyordu. Düşünüyorsan suçluydun. "Özgürlük, eşitlik, kardeşlik" dediler. Üç kelime, milyon kafa. Hepsi sepetin içinde aynı renk: kırmızı.
Peki ya köyler? Köylerde devrim sadece vergilerin değişmesiydi. Kral yerine komite geldi ama alınan soğan aynıydı. Kötü bir bira fabrikasının, kötü bir çeşmenin, kötü bir ahırın yanında, kötü yazgılar diziliyordu. Bir köylü çocuğu ekmek bulamadığı için giyotinle değil, açlıkla öldü. Devrim ona sadece süslü bir mezar taşı borçluydu. Üzerinde belki haç yoktu ama küçük bir giyotin sembolü vardı. Çünkü artık Tanrı da devrim mahkemesinin sanığıydı.
Bütün bu çarkın ortasında Carton'un gözlerinde tek bir şey vardı: "Başka türlü olamazdı." Her şey en başında belliydi. İnsanlar değişmez, sadece roller değişirdi. Ve insan denilen mahluk, giyotini kutsayacak kadar düşebilirdi. Haç'ı çıkarır, yerine paslanmış bir bıçak koyardı.
Doktor Manette'in zindanında ayı izlediği geceleri hatırlayalım. O ışık, kaybettiklerinin üzerine düşen lanetti. Her bir ışık huzmesi, bir gün daha dayanmanın işaretiydi. Ve sonunda bu dayanmanın ödülü: Özgürlük değil, infaz.
Sydney Carton giyotine giderken "yorgun bedenlerin dinlendiği yerde buluşacağız" dedi. Oysa devrim yorgunluk tanımazdı. Taze kurban isterdi, taze kan isterdi. İnsan ruhunu soyduktan sonra, bedenini gösterişli bir törenle ortadan kaldırırdı. Giyotin bir törendi. Herkesin hazır ola geçtiği, ama kimsenin göz göze gelmediği bir törendi.
Napolyon'un bile ilk gençliği bu devrim mezarlığında geçti. Geriye dönüp bakınca yalnızca iki şey kalmıştı: toz ve çığlık. Biri rüzgârla savruldu, diğeri duvarlara yapıştı. İnsanlar konuşmayı unuttu, çünkü kelimeler ihbardı artık. Gülmek, alay etmek, fazla konuşmak... Hepsi ya "hainlik" ya da "düşman propagandası"ydı.
Bakın o dönemlerin yazılı bildirilerine. En fazla geçen kelime "vatana ihanet"tir. Çünkü her muhalif potansiyel bir ihanetti. Her fikir bir bıçağın gölgesindeydi. Zaten o yüzden, idam kararları hızla çıktı. Dava sürmezdi, düşünce yeterdi. Ne kadar düşünürsen o kadar tehlikeliydin. Ve Bayan Giyotin hep hazırdı. Arada sırada bıçağı bile bilemezlerdi çünkü paslanmaz çelikle kesiyordu; hem hızlıydı, hem nazik.
Paris sokaklarında giyotin sesine alışmış bebekler büyüdü. Bazıları cellat oldu, bazıları hukukçu. Kimisi de susarak ölmeyi öğrendi. Giyotin, sadece bir baş kesme aracı değildi. Aynı zamanda bir terbiyeciydi. Halkı hizaya sokar, düşünceyi biçer, cesareti törpülerdi.
Peki şimdi biz ne yapıyoruz? Hâlâ 'bayan giyotin'in gölgesinde değil miyiz? Adını değiştirdik belki, ama işlevi aynı. Bugünün giyotini ekranlarda kesiyor başları. Bir tıklama, bir linç, bir yasa, bir baskı... Farkı ne?
Napolyon hâlâ yaşıyor, Carton hâlâ ölüyor. Ve biz hâlâ en iyi zamanlarda, en kötü zamanları yaşıyoruz.
Her şey değişti, hiçbir şey değişmedi. Tıpkı o günlerdeki gibi.
Sevgiyle kalın, sağlıcakla kalın, keyifli haftalar dilerim.