Afi Can

Çağdaş Sanat Dolandırıcılığı

Afi Can

  • 47

Kayaköy’ün taş yarasından sızan rakı buğusu, akşamın alacakaranlığıyla karışıp tezgâha yapışıyordu. Hammurabi, parmak izleriyle kaplı bardağı silerken, kapı gıcırdadı. İçeri, takım elbisesi ütüsüz, göz altları mor bir hayalet sürüklendi: Abidin. Bara çöktü, kemikli parmakları tezgâha yapıştı.
"Çift. Buzlu."
Hammurabi, buz küplerini kadehe tıkıştırırken göz ucuyla süzdü adamı. Abidin’in soluk yüzünde beş yılın çürümesi vardı. İlk yudumu çekerken boğazı yırtılır gibi oldu.


Abidin masaya geçti, her zamanki köşesine. Sıska, kemikli bir herif; yüzü, yılların yumruklarıyla dövülmüş bir boks torbası gibi. Gözlerinde kindar bir ateş var, ama o ateş, öyle patlayıp sönen cinsten değil; için için yanan, köze dönmüş bir öfke. Abidin, Hammurabi’nin en eski dostu, belki de tek dostu. Gençken birlikte dünyayı sarsacaklarını sanmışlar, ama hayat onları Kayaköy’ün bu kuytu köşesine tıkmış. Abidin’in ağzı bozuk, kalbi kırık, ama zihni bıçak gibi keskin. Bir kadeh rakıyı yuvarlarken, “Sanat dedikleri, lanet olası bir dolandırıcılık,” diyor, sesi tıslayan bir yılan gibi. Hammurabi başını hafifçe sallıyor, tezgâhtaki kirli bardakları siliyor. O hep böyle, az konuşur, çok bilir.
“Sanat, ha?” Abidin’in sesi yükseliyor, rakının buğusu genzini yakarken. “Bir zamanlar sanat, bir şey ifade ederdi. Bir ressam, tuvaline ruhunu kazırdı. Kanını, terini, gözyaşını. Şimdi? Şimdi bir herif bir kutu bira kapağını duvara yapıştırıyor, adına ‘enstalasyon’ diyor. Ve salaklar buna milyonlar döküyor!” Masaya yumruğunu vuruyor, bardaklar zıplıyor. Hammurabi sakin, bir kadeh daha dolduruyor. “Sakin ol, Abidin,” diyor, ama sesinde alay var, sanki bu öfkeyi bin kere duymuş gibi.
Abidin durur mu? “Sakin ol, diyorsun? Lan, Hammurabi, bu çağdaş sanat dedikleri şey, koca bir sahtekârlık! Bir herif, galeri denen o süslü mezarlığa bir çift kirli çorap atıyor, yanına da iki satır palavra sıkıyor: ‘Bu, modern insanın yalnızlığının metaforu!’ Hadi oradan! Yalnızlık, bu meyhanede, şu masada, benim göğsümde. Ama ben bunu satmıyorum, çünkü bu gerçek!” Gözleri parlıyor, rakıdan mı, kinden mi, kim bilir? “Gabriel Orozco diye bir herif var, biliyor musun? Adam, yere çiğnenmiş sakızları diziyor, adına sanat diyor. Ve insanlar buna alkış tutuyor! Alkış, Hammurabi! Bu dünya hasta.”
Hammurabi, tezgâhın öbür ucundan bir kaşını kaldırıyor. “Orozco’yu duydum,” diyor, sesi sakin ama içinde bir iğne var. “Bir de Damien Hirst var, değil mi? Köpekbalığını formaldehite tıkıp vitrine koyuyor, milyonlar kazanıyor.” Abidin kahkaha atıyor, ama bu kahkaha neşeden değil, iğrenmeden. “Evet, o herif! Bir de Jeff Koons, balon köpek heykelciği yapan. Parlak, cicili bicili oyuncaklar! Bunlar sanatçı değil, Hammurabi, bunlar tüccar. Sanatçı, içini kazır, kanını akıtır. Bunlar mı? Bunlar sadece cüzdanları kazıyor.”
Meyhane sessiz, sadece Abidin’in öfkesi yankılanıyor. Dışarıda rüzgâr, Kayaköy’ün taşlarına sürtünüyor, sanki bu muhabbete kulak kabartmış. Hammurabi, bir sigara yakıyor, dumanı yavaşça tavana süzülüyor. “Sanat, bir zamanlar bir şey anlatırdı,” diyor, nadir konuşmalarından birini yaparak. “Bir adam, bir taşa şekil verirdi, çünkü anlatacak bir derdi vardı. Şimdi? Şimdi dertleri yok, sadece piyasaları var.” Abidin başını sallıyor, sanki yıllardır beklediği bir cümleyi duymuş gibi. “Aynen öyle, Hammurabi. Piyasa! Galericiler, küratörler, o janjanlı müzeler… Hepsi bir çete. Bir sandalye koyuyorlar ortaya, üstüne bir ampul. ‘Bu, varoluşun kırılganlığı!’ diyorlar. Ve salaklar, cüzdanlarını açıp ağlıyor.”
Abidin’in sesi, meyhanenin loşluğunda bir bıçak gibi kesiyor. “Bak, sana bir hikâye anlatayım,” diyor, rakı kadehini masaya bırakırken. “Zona Maco diye bir sanat fuarı var, Meksika’da. Gittim bir kere, merakımdan. Bir köşede, duvara yaslanmış birkaç dal. Evet, bildiğin dal! Kuru, çelimsiz dallar. Ne kadar, dedim. ‘Değişir,’ dedi herif. ‘Neye göre?’ dedim. ‘Dalları koyacağın yerin genişliğine göre,’ dedi. İki metre dedim, sırf fiyatı öğreneyim. ‘Kırk bin euro,’ dedi. Kırk bin! Ama dalları vermiyor, sadece bir kâğıt parçası, bir sertifika! ‘Bu dalları iki metreye koyabilirsin, sanatçının izni var,’ diyor. Lan, bu ne? Bu sanat değil, bu para aklama!” Hammurabi gülümsüyor, ama o gülümseme, dünyayı yemiş bitirmiş bir adamın gülümsemesi. “Para her zaman kazanır, Abidin,” diyor. “Sanat, sadece bahanesi.”
Abidin’in öfkesi dinmiyor. “Bu çağdaş sanat dedikleri, bir mafya. Akademi, müzeler, galericiler, küratörler… Hepsi bu sahtekârlığın parçası. Bir herif, galeri denen o steril hapishaneye bir kova bok atıyor, ‘Bu, toplumun çöküşü!’ diyor. Ve bir küratör, suratında sahte bir ciddiyetle, ‘Dâhiyane!’ diye alkışlıyor. Dâhi mi? Lan, bu olsa olsa bokun dâhisidir!” Masaya bir yumruk daha, bardaklar yine zıplıyor. “Lucian Freud, işte o adamdı. Resim yaptı, ruhunu tuvale kazıdı. Öldü, ve onunla birlikte gerçek sanat da gömüldü. Şimdi? Şimdi Gabriel Orozco’nun boş bira kutuları, Abraham Cruzvillegas’ın kırık kaykayları! Sempatik olmaya çalışıyorlar, Hammurabi. Görsel espri, görsel şaka! Ama bu şaka değil, bu soygun.”
Hammurabi, sigarasından bir nefes daha çekiyor. “Sanat, bir zamanlar insanın içindeki vahşi bir çığlıktı,” diyor, sesi alçak ama ağır. “Şimdi? Şimdi bir satış argümanı. Küratörler, satıcılar, hepsi aynı yalanı satıyor: ‘Anlamıyorsan, aptalsın.’ Ama anlamayacak bir şey yok, Abidin. Çöp, çöptür.” Abidin başını sallıyor, rakıyı bir dikişte bitiriyor. “Aynen öyle. Ve bu çöpü satmak için ne yapıyorlar? Sana bir sertifika veriyorlar. Bir kâğıt parçası! ‘Bu, sanat,’ diyorlar. Ve sen, o kâğıdı alıp bankaya koşuyorsun, çünkü o kâğıt, bir milyon dolar. Ama ne var elinde? Hiçbir şey.”
Meyhane, bir anlığına sessiz. Sadece rakı kadehlerinin çınlaması ve dışarıdaki rüzgârın fısıltısı. Abidin, masaya eğiliyor, sesi alçalıyor. “Bu, sanat değil, Hammurabi. Bu, insan zekasına bir hakaret. Yaratıcılığı gömüyorlar. Bir ressam, yıllarını verir, fırçasını eline alır, kompozisyon öğrenir, renkleri tartar. Ama bu herifler? On dakikada bir enstalasyon yapıp, ‘Bu, çağın aciliyeti!’ diyorlar. Aciliyet mi? Aciliyet, bu meyhanede, şu masada, benim içimde. Ama ben bunu satmıyorum.” Hammurabi, tezgâhtan bir şişe daha alıyor, kadehleri dolduruyor. “Satmazsın, Abidin,” diyor. “Çünkü sen sahtekâr değilsin.”
Bu meyhane, hayatın gerçekliğini suratına vuran bir yer. Hammurabi, bilge bir hayalet gibi, her gece bu dramlara şahitlik ediyor. Abidin, öfkesiyle, kırık kalbiyle, bu sahtekârlığa isyan ediyor. Ama bu sadece başlangıç. Gelecek hafta, başka bir yüz, başka bir hikâye bu masalara oturacak. Hammurabi’nin Yeri, dolacak, taşacak. Ve her kadeh, yeni bir gerçeği ortaya dökecek.
Sevgiyle kalın, sağlıcakla kalın, keyifli haftalar.

Yazarın Diğer Yazıları