Afi Can

Ateş, Deri ve Hakikat

Afi Can

Kayaköy’ün tepelerinden aşağı duman rengi bir sessizlik iniyordu. Ağılda bir teke huysuzlanıp tahta çitlere boynuz vuruyor; sesi, boş vadiye sanki dev bir çekiçle vurulmuş gibi yayılıyordu. Hammurabi’nin mekanına girdiğimde içerisi her zamanki gibi bayat tütün ve ucuz deterjan kokuyordu. Hammurabi, tezgahın arkasında ölü bir balık gibi sessizce duruyordu. Önüme, etiketi yırtılmış bir şişe ve ağzı çentikli bir bardak koydu.

"Geçen günkü mevzu kafama takıldı Afi Can," dedi sesi sanki boğazında çakıl taşları varmış gibi pürüzlüydü. "Şu aforoz edilenler... "
Şişeyi açtım. Mantar, bir umudun kırılması gibi tok bir ses çıkardı. Bardağı doldurdum, ilk yudumu midemde bir yangın başlatana kadar beklettim.

"Dünya, Hammurabi, her zaman kendi çocuklarını pazarlayan bir f*hişe gibiydi," dedim. "Sadece bu topraklar değil; nerede bir adam kalkıp 'Kral çıplak' ya da 'Tanrı düşündüğünüzden daha büyük' dese, hemen odunları yığmaya başladılar. Bak, Bruno diye bir herif vardı, Giordano Bruno. 1600'ün başında Roma’da Campo de' Fiori meydanında onu ateşe verdiklerinde, adamın dilini demir bir kıskaçla bağlamışlardı. Neden biliyor musun? Çünkü yanarken bile doğruyu söylemesinden korkuyorlardı"
Hammurabi bardağını sildi ama gözlerini benden ayırmadı. “Ne demişti bu Bruno herifi?”

"Evren sonsuzdur” demişti Hammurabi. Sadece sizin o daracık kilisenizden ibaret değil. Yıldızlar da birer güneştir demişti. Onu kazığa bağladıklarında, celladın yüzüne tükürür gibi bakıp şunu dedi: 'Ölümümü ilan ederken siz, benden daha çok korkuyorsunuz' İşte cüret budur dostum. Yanarken bile karşındakini titretmek. Bugün Mustafa Öztürk’e ya da Yaşar Nuri’ye sallayan o kalabalıklar var ya... O gün Bruno’nun altına odun taşıyan o cahil sürüsünün aynısı. Sadece kıyafetleri ve küfürleri değişti.

Şarabımdan koca bir yudum daha aldım. Masadaki daktilonun tuşları bana sırıtan dişler gibi bakıyordu. "Gel bizim tarafa," dedim. “Hallac-ı Mansur’u bilirsin. Adam 'Enel Hak' dedi. Yani 'Hak bende, Hak benim' dedi. Ne yaptılar? Adamın derisini yüzdüler Hammurabi. Canlı canlı. O deriyi yüzerken Hallac gülümsüyordu. Çünkü o, hakikati kendi kanıyla yazmıştı. Şimdi ilahiyatçılar çıkıp 'Kuran’ın nüzulü şöyledir, tarihseldir' falan dediğinde kıyamet kopuyor ya... Aslında o gün Hallac’ın derisini yüzen el, bugün bu adamları ekrandan aforoz eden parmakla aynı el. Vicdansız, düşüncesiz ve sadece kendi iktidarına tapan bir el.”

Hammurabi tezgahın altından kendi bardağını çıkardı. İlk defa benimle içiyordu. "Peki ya kadınlar?" dedi. "Onlardan da mı korktular?"
"Hypatia," dedim. “İskenderiye’de yaşayan o muazzam kadın. Matematikçi, astronom, felsefeci... Bir kadın kalkıp erkeklerden daha iyi düşünüyor diye, o dönemin yobaz papazı Kirillos’un kışkırttığı kalabalık onu kilisede kıstırdı. Elbiselerini parçaladılar, vücudunu midye kabuklarıyla kazıyarak parçalara böldüler. Neden? Çünkü aklın bir cinsiyeti yoktu ama cehaletin çok sert bir cinsiyeti vardı. Bugün de öyle değil mi? Bir kadın ilahiyatçı ya da bir felsefeci kadın konuştuğunda, o midye kabukları hemen sosyal medyada bilenmeye başlıyor.”

Dışarıda rüzgar daha sert esmeye başladı. Kayaköy’ün hayaletleri pencereleri tırmalıyordu sanki.
"Bak Hammurabi," dedim sesimi alçaltarak. "Bu adamlar—Spinoza, Bruno, Hallac, Yaşar Nuri, Mustafa Öztürk—hepsi aynı loncanın üyeleri. Yalnızlar Loncası. Onların cüreti, bizim gibi korkakların konforunu bozuyor. Biz istiyoruz ki, biri gelsin bize cennetin anahtarını versin, biz de hiçbir şeyi sorgulamadan, hırsızlık yapıp namaz kılıp, yalan söyleyip oruç tutarak o kapıdan geçelim. Ama bu adamlar diyor ki: 'Hayır arkadaş, o anahtar senin vicdanın. Ve o vicdan paslanmış.' Kimse paslı vicdanıyla yüzleşmek istemez. Bu yüzden o aynayı tutan adamı hemen taşlarlar."
Hammurabi bardağını masaya sertçe vurdu. “Yani bu işin sonu hep mi aynı? Hep mi yalnızlık?”

"Hep," dedim. "Hakikat, kalabalıklarla gezmez. Kalabalıklar sadece dedikodu ve slogan sever. Hakikat ise tek başınadır, çıplaktır ve çoğu zaman üşür. Yaşar Nuri öldüğünde arkasından neler dediklerini hatırla. Adam ölmüş gitmiş, hala mezarına tükürmeye çalışan bir yığın var. Neden? Çünkü o adam, o yığının cebindeki o sahte din paralarını geçersiz kılmıştı. Mustafa Öztürk bugün başka bir ülkede nefes alıyorsa, bu bizim ayıbımızdır ama onun madalyasıdır. Aforoz edilmek, bu devirde alınabilecek en büyük onur nişanıdır Hammurabi."
Şişenin dibini gördüm. Boş şişe, içi boşaltılmış hayatlar gibi masada duruyordu.

"Benim keçiler," dedim ayağa kalkarken. “Onlar bile sürüden ayrılanı bir süre izlerler. Bizimkiler gibi hemen boynuna ipi dolamazlar. İnsan olmak zor zanaat dostum. Ama insan kalmak, yani o cüretkar yalnızlığı göze almak, işte o bir sanat.”

Hammurabi bardağını toplarken mırıldandı: "Yine sert yazdın Afican."
"Hayat yumuşak mı ki Hammurabi?" dedim. “Kayaköy’ün taşlarına sor bakayım, kaç tane yumuşak hikaye anlatacaklar sana? Hepsi kan, gözyaşı ve yalnızlık.”

Kapıdan çıkarken son bir kez arkama baktım. Mekan karanlıktı, Hammurabi bir gölge gibiydi. Dışarıda, keçilerin o dürüst kokusu ve soğuk gece beni bekliyordu. En azından burada, bu harabelerin arasında kimse beni aforoz edemezdi. Çünkü zaten hepimiz çoktan aforoz edilmiştik bu dünyadan. Sadece farkında değildik.

Herkese iyi yıllar dilerim. Sağlıkla kalın, sağlıcakla kalın, hakikatı arayın….

 

Yazarın Diğer Yazıları