Afi Can

Terk mi ediliyoruz? Terk mi ediyoruz?

Afi Can

Kayaköy’ün rüzgârı bazı geceler başka eser. Sanki bütün terk edilmiş evler aynı anda nefes alıp verir; çürümeyi bile bir ritme bağlamış gibidirler. İnsan, bir harabenin içinde yürürken değil; harabe, insanın içinde yürürken ürperir. Bu akşam Hammurabi’nin Yerine doğru inerken tam olarak bunu düşündüm:
Belki de terk edilen biz değiliz… Belki biz terk ediyoruz.
Mekân kalabalık sayılır. Herkes rakısıyla, çatalıyla, dertleriyle uğraşıyor. Sanki yaşamın bütün ağırlığı masaların üstünde duruyor da kimse dokunmaya cesaret edemiyor. Hammurabi, her zamanki gibi tezgâhın ardında sessiz. O sessizlik yok mu… Bir filozofun suskunluğu kadar ağır.
Tam “şuraya bir köşe yazısı çıkar” diyordum ki, Hammurabi eğildi kulağıma:
— İnsan, bir yerden terk edilmez Abidin, dedi.
— Bir zamandan terk edilir.
Bukowski’nin mezar taşına “Don’t Try” yazdırması gibi bir şey bu. İnsan ne kadar zorlamazsa hayat o kadar çarpar yüzüne. Terk edilmek dediğin de böyle bir şey işte: Kapıyı çarpmıyor kimse; ama bir bakmışsın seninle aynı odada değil artık.
Bir kadeh daha söyledim. Rakıdan çok hatıralar yaktı boğazımı.
Foucault olsa burada uzun uzun konuşurdu:
Toplum insanı gözetler, şekillendirir, disipline eder… Sonra en keskin darbeyi atar: Yalnızlık yoluyla terbiye. Hapishaneleri, akıl hastanelerini, okulları anlatırken aslında hep bir şeyi fısıldıyordu:
“Yalnız bırakılan her birey, iktidarın bir ürünüdür.”
Belki de terk edilmek, sevdiğimiz insanlar tarafından değil…
Görünmeyen bir sistem tarafından hazırlanmış bir tören.
Adı konmamış bir cezalandırma biçimi.
Masaya bir kadın oturdu. Ay ışığı, saçlarının ucuna kadar öfkeliydi. Belli ki dünyaya güvenmiyor; dünya da ona güvenmiyor.
— Terk edilmek mi? diye sordu bana.
— İnsan en çok kendini terk eder. Diğerleri yalnızca işin afiş kısmı.
Haklıydı. Sartre’nin dediği o lanet cümle gibi:

“Cehennem başkaları değil, cehennem bazen kendini unutmandır.”

Gecenin sonuna doğru Hammurabi eline eski bir anahtar aldı. Paslı, ağır bir ev anahtarı…
— Bu, Kayaköy’deki bir yıkığın kapı anahtarı, dedi.
— Kapı yok… duvar yok… ama anahtar hâlâ var.
— Çünkü insanlar eşyaları, evi, barkı değil… duygularını terk ediyor önce. Binalar sadece gecikmiş itiraflar.
Böyle dedi. Sonra da anahtarı tezgâhın üstüne bıraktı; sanki bütün köyü oraya koymuştu.
Ben de anladım ki:
Terk edilmişlik sandığımız şey, aslında hayatın bizi kabuğumuzdan soyarak yeniden kurma girişimi.
Kendine dönme, kendine kalma, kendi enkazını süpürme imtihanı.
Kimse bize sırt dönmüyor; biz kendi karanlığımıza alışamadığımız için etraf karanlık sanıyoruz.
Kayaköy’ün rüzgârı bir kez daha esti. Geceyi silkeledi.
Masadaki boş kadeh bana şöyle dedi:

“Birisi giderse boşluk doğar. Ama boşluk, her zaman terk edilmek değildir. Bazen yeni bir nefese yer açmaktır.”

Belki de bugünlerde en çok buna ihtiyacımız var:
Yeni bir nefes.
Hammurabi ışıkları teker teker kapatırken son cümleyi yazdım:
Terk edilmek bir son değil. İnsan bazen kendine varabilmek için biraz kaybolmak zorunda.
Herkese keyifli haftalar dilerim. Svgiyle kalın, sağlıcakla kalın…
 

Yazarın Diğer Yazıları